Ben Kimim?

1977 Yılında Bulgaristan’ın küçücük bir köyünde güneşin ısınmasıyla beraber ilkbaharı müjdeleyen kiraz çiçeklerinin açtığı, kelebeklerin kozasından çıktığı bir zamanda, daha fazla bunlardan mahrum kalmak istemeyen ben, annemi ciddi derecede rahatsız etmeye başlamışım.

Evde kendisine verdiğim rahatsızlıklara dayanamayan annem büyük sancılarla güç bela köyün hastanesine yetiştirilir…

Sabırsızlığıma ve heyecanıma yenik düşerek eldivenlerini giymesine dahi müsaade etmediğim deli doktorun kucağına düşerek, çığlık çığlığa ilk nefesimi almışım.

Bu arada tarihler 25 Nisanı göstermektedir.

Kız olarak dünyaya teşrif ettiğimden babamın anneme ufacık bir küslüğü olmuş, bundan dolayı kendisiyle birkaç gün gecikmeli tanışabilmişiz.

Doğduğum köyün teamüllerine göre, evler büyük bir avlunun içinde gelin ve kayınvalide bir arada oturacak şekilde tasarlanarak, üç nesil bir arada bir yaşam şekillenmiştir.

Ben de böyle geleneksel altı kişilik bir ailenin içinde dünyaya gelmişim.

Kabuğuna sığmayan meraklı bir çocuktum. Ayrıca köyde de merak edilecek çok fazla şey vardı.

Okul öncesi yaptığım haylazlıklardan evin küçüğü olduğumdan dolayı çoğu zaman benden üç yaş büyük diye ablam haşlanırdı.

Gerçi o da genelde azarlardan yırtıyordu çünkü babaannem ve dedem yanında, annemin ve babamın sesi pek çıkmazdı, çıkamazdı… büyüklere saygı vardı.

Biz de iki haşere bunu hep kullanmışızdır zaten.

Üç yaşında ilk defa okulla tanıştım, öğlenleri uyumak zorunda kalmamızın dışında okulumu çok sevmiştim.

Köyde yaşadığımız dönemlerde çok başarılı bir okul hayatım oldu.

Öyle heyecanlı ve kendine güvenen bir çocuktum ki hoca daha soruyu sormadan cevabını nasıl olsa biliyorum diye elim hep havadaydı.

Köyde çok keyifli ve neşeli bir çocukluk geçirdim.

Yaz tatillerinde arkadaşlarla beraber düşmekten dolayı dizimizdeki yaralara aldırmadan rüzgâra karşı keyifle bisiklet sürüyorduk.

Köyde yaşayanlar bilir, küçük büyük demeden herkesin bir görevi vardır.

Ben de ailenin en küçüğü olarak, karşıki ovaların ve ormanı gördüğüm hafif tepede kalan dörtyol ağızında, hiçbir zaman izlemeye doyamadığım güneşin kızıla boyandığı akşamüstlerinde görevim çobanı beklemekti.

Serâb-ı ömrümün 12 yılı, Uzaydan nokta şeklinde dahi görülmeyen ama benim için dünyalar anlamına gelen bu küçücük köyde geçti.

Evimizi babam yaklaşık on iki yaşındayken, dedem, nesiller boyu bu evde yaşamın süreceğini ümit ederek tek tek kendi elleriyle pişirdiği tuğlalara inşaa etmiştir.

Ne yazık ki 1989 yılında yaşanan Türkiye’ye zorunlu göçten dolayı evimizin kapısını bacasını dahi kilitlemeden öylece bırakıp gitmek zorunda kaldık.

Dedemin kendi elleriyle büyük hayaller düşleyerek inşaa ettiği bu evde, dünyaya gelen sadece iki çocuk oldu… Ablam ve ben.

1989 Kaderimizin değiştiği bir yıl oldu.

O küçük köyden çıkıp Türkiye’nin en büyük metropolü olan İstanbul’a yerleştik.

Hepimiz için sıkıntılı ve zor günlerdi.

15 yaşında olan ablam üç vardiya olarak çalışan büyük bir fabrikada annemle beraber işe girmek zorunda kaldı.

Ben orta ikiden eğitim hayatıma devam ettim.

Her ne kadar evde ana dilimiz olan Türkçe konuşulsa da, Türkçe okuma yazma bilmiyordum ve konuştuğumuz dil çok yöresel ve şiveliydi. Bundan dolayı sayısal derslerim iyi olsa da sözelim yerlerdeydi.

Annemler ablama kıyamadılar ve bir yıl aradan sonra onu ticaret lisesine yazdırdılar.

Ertesi yıl benim de aynı okula kaydım yapıldı.

Böylelikle ticaret lisesinden mezun oldum.

Ne yazık ki babaannem ve dedem bizim mezuniyetlerimizi göremediler.

Onlar İstanbul’a üç yıl dayanabildiler ve Bulgaristan’daki evimize, köye geri döndüler.

Hayata altı kişilik olarak başladığım ailem dörde düştü.

Babaannem ile dedemin gidişi özellikle ablamı ve beni derinden sarstı.

Liseyi bitirdikten sonra evlendim ve harikulade iki mucize verdi bana Yaradan.

Bir kızım ve bir oğlum oldu.

Onları büyütürken uzun bir süre çalışamadım ama sınırlar ötesi köyde bıraktığım 12 yaşında başarıdan başarıya koşarak dünyayı kucaklayan o kızı da düşünmeden edemiyordum.

Üniversiteyi çeşitli sebeplerden dolayı kazandığım halde okumaya gitmemiştim.

Bu durum içimi kemiriyordu.

Ve on bir yıl aradan sonra yeniden üniversite sınavına girerek açıktan Maliye bölümünü bitirdim.

Yüksek lisansımı Işık Üniversitesinde Muhasebe ve Denetim alanında yaparak tamamladım.

Bir yıl sonra da Serbest Muhasebeci Mali Müşavir olarak mesleki ruhsatımı alarak kendi ofisimi açtım.

Ama içimde bir yerlerde eksik bir şeyler hissediyordum.

Ruhumda yarım kalan, yaşanmamışlıkları dolduracak bir şeyler yapmalıydım.

Bu dürtüler beni, kendimi tanıma ve bulma yoluna ittti.

Zamanla okumanın keyfini ve yazı yazmanın gücünü keşfettim.

Gerçi küçüklüğümden beri kitapların kokusu beni hep büyülemiştir.

Açıkçası yazılarımla kendimi ifade etmenin yolunu bulmuştum.

Onları okuyanlardan aldığım geri bildirimlerde aynı duygularda buluştuğumuzu ifade ettiklerinde bunun ruhuma nasıl iyi geldiğini tarif edemem.

Anlıyorum ki yazı yazdıkça ve bunları paylaştıkça şifalanıyorum.

Ben, söyleyecek sözleri olan biriyim.

Ruhum anlatacaklarıma gebe.

Yol beni nereye götürür ve soluğum sesini hangi gökyüzünde bulur bilmiyorum.

Lakin on iki yaşındaki köyde bıraktığım küçüğe bunu borçluyum.