Adada 30 gün

Büyükada aşkımı bilmeyen kalmadı
Beni tanıyanlar bilir tutkularım konusundaki sabitliğimi
Ve bu son bahar başka esti ruhumun derinliklerinde
Uzun zamandır hayalini kurduğum adada yaşama düşüncemi nihayet hayata geçirebildim.
Düşlerine göçmüş kuşlar gibiyim
Bir ay…
Adayı adalı gibi yaşamak için 30 günüm oldu.
Şirin bir çatı katına yerleştim, evin kendisinden büyük,  tavanı yarı kapalı geniş bakış açısına sahip bir terası vardı. Tavanı kapalı olan taraf denize, açıkta kalan taraf ise ormana bakıyordu…
İlk gece…
Yıldızlar belirince gökyüzünde şöyle denize nazır mükellef bir sofra kurdum kendime yanında bir kadeh şarapla… fonda  Andrea Bocelli
Swarovski taşlarıyla süslenmiş taze gelin gibi ışıklar içinde İstanbul tüm ihtişamı ile karşımda…
Uzun zamandır hayalini kurduğum resmin içindeyim…
Esen rüzgarla dönmeye başlayan rüzgar gülüne kafamı çevirince esas olayın arkamda gerçekleştiğini görmek…
Pılnoluniye…
Tepelerin üstünde geniş bir yıldız uçurumunda bulutların arasından süzülen muhteşem bir Dolunay…
Gözlerimin gördüğü ruhuma sızınca atmosferin büyüsü yüreğimi sardı, bedenimin ve ruhumun dolunay ve müzikle bütünleştiğimi hissettiğim o büyülü anda bıraktım kendimi müziğin ritmine…

Kalbim mutluluktan ağlamak istiyor.
Sevdiğim yerdeyim…

Bu duygular içindeyken ben,  arkamdan bir ses “Kuzucuğum biz yürüyüşe gidiyoruz gelir misin “
Gül ablacığım… alt katımda oturan ev sahibim, çıktık hep beraber yürüyüşe gece gece… Onlar iki arkadaş günün kritiklerini değerlendirirken kendi aralarında, şarabın etkisinden olsa gerek ya da yüreğimdeki coşkudan her konuştukları bana eğlenceli geldi.
Gül abla çok tatlı ve ilerlemiş yaşına rağmen kafa bir kadın. Şöyle ki gece yarısı arkadaşlarıyla bir araya gelip kumar oynayacak kadar hayatın içinde çılgın.
Gün henüz ağarmadan alacakaranlıkta her sabah camdan  “haydi kuzucuğum hayırlı işlerin olsun” diyerek beni işe uğurladı. Akşamları dönüşte 18:30 motoruna yetişemeyince geç kaldım diye merakla kapıda karşıladı beni.

Adada yaşamanın en güzel kısmı benim için şehrin kaosundan uzak, avmlerden yoksun bir yer olması.

Kuytuda saklanmış bir cennet…

Günümüzde zayıflayan komşuluk ilişkilerin burada hala sıcaklığını hissettirmesi nasıl iyi geldi.
Sabah yeşile inen çiyin kokusunu hissetmek…

Rüzgara kendini teslim eden yaprakların yolda oluşturduğu ince bir sonbahar örtüsünün üzerinde yürümek nasıl keyifli.
Motoru kaçırmamak için yokuş aşağı koşar adımlarla inmek sonra da kayıp kendini durduramamak…
Gerçi sonradan Zümrüdüm yetişti imdadıma, yokuş aşağı sabahın serininde keyifle pedalladık…
Gün boyu emniyetin karşısındaki bisiklet parkında bekledi beni…
akşam eve dönüş sabaha göre daha keyifliydi…
Dökülen yaprakları mı savurmadım gök yüzüne.  Aralarında ayaklarımı süre süre mi yürümedim.
Zümrüdümle akşam dönüşlerinde dökülen yaprakların üzerinde bir beyefendi ile vals edercesine romantik hareketlerle yokuşu tırmandık. Bisikletle vals mi yapılır diyenlere diyeceğim o ki şahane bir şey… nasıl zarif ve estetik figürler ortaya çıkıyor inanamazsınız.
Duygular yaban otlarına benzer. Mantık hiçbir zaman onları tam anlamıyla dizginleyemez.” diyor Paulo Coelho
Dünyanın sesine ayak uydurarak dans etmek ruhu bedenin içinde rahat ettirirmiş.

Adada olmayanlardan da bahsetmek istiyorum
Burada mesela araba gürültüsü yok
Geceyi yaran motor sesi de yok
Hele egzoz dumanı hiç yok
Burada huzur var, dinginlik var büyükşehirde zaman hızla akıp geçiyor
ve çoğu zaman yaşamın gizlerini göremiyoruz.
Oysa onlar karşımızda bütün mesele görünende görünmeyeni görmek.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *